2008 yılı Şubat ayı... Van’da Beyaz Alkan defalarca jandarmaya şikâyet ettiği ve her seferinde barıştırılarak eve gönderildiği eşi tarafından öldürüldü.
2009 yılı Mayıs ayı...
Sapanca’da Huriye Bekçi, eşinin tehditleriyle ilgili olarak savcılığa başvurdu. Ertesi gün öldürüldü.
2009 yılı Temmuz ayı...
Hemşire Dilek Daştanoğlu, boşanma davası açıp, şikâyet ettiği eşi tarafından vurularak yaşamını yitirdi.
2010 yılı Ağustos ayı...
Zübeyde Kılıç, boşandığı eski eşi tarafından bıçaklandı.
2011 yılı Şubat ayı...
Arzu Yıldırım savcılığa başvurduktan iki gün sonra dini nikâhlı eşi tarafından öldürüldü.
Bu içler acısı liste uzatılabilir. Çünkü Türkiye’de şiddet, erkek şiddeti kadınların yakasını hiç bırakmıyor.
Bu açıdan en sembol cinayetlerden biri Ayşe Paşalı cinayeti.
Ayşe Paşalı 7 Aralık 2010’da, daha önce şikâyet ettiği eski kocası İstikbal Yetkin tarafından 11 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştü. Paşalı’nın cinayetten önce savcılığa başvurduğu, ancak önlem alınmadığı ortaya çıkmıştı.
Ayşe Paşalı davası, ‘Göz göre göre yaşanan kadın cinayetleri’yle ilgili sembol davalardan biri haline gelmiş durumda.
Kadın örgütleri, bu tür davaların genellikle sanığın ‘haksız tahrik indirimi’yle az ceza almasıyla sonuçlandığını belirterek, Ayşe Paşalı davası için İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere 15 ilde gece nöbet tutma eylemi başlattılar.
Ben bu satırları yazarken Ankara’dan haber geldi:
“Ayşe Paşalı’nın katil zanlısı olarak boşandığı eşi İstikbal Yetkin, kasten öldürmek suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.”
Güzel haber.
Bir güzel haber de, bu yazımdaki bilgileri aldığım Barcın Yinanç’ın dünkü Radikal gazetesinde çıkan haberinde vardı.
Türkiye, İstanbul’da imzaya açılan Avrupa Konseyi’nin ‘Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Sözleşmesi’ne ilk imzayı atan ülke olmuş.
Evet, olumlu bir gelişme.
Dünyada bir ilk olan bu sözleşmenin fikir anası olarak bir Türk gösteriliyor:
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Feride Acar.
Feride Acar’a göre, ortaya çok güçlü bir sözleşme çıkmış durumda. Bu sözleşmenin devrimsel boyutuna gelince, kadına yönelik şiddeti bir sosyal problem olarak değil, bir insan hakkı ihlali olarak kabul etmesinde yatıyor.
Bu konuda şöyle diyor Prof. Acar:
“İnsan hakkı ihlali olarak kabul edilmesi demek, adalete erişim taleplerini güçlendiriyor. Diğer bir deyişle, devlete başvuran şiddet mağduru bir kadına, yetkililer artık, ‘Bu bir aile meselesidir. Kendi içinizde haledin’diyerek sırt çeviremeyecek.”
Sözleşmenin önemli boyutu da tanımla ilgili. Prof. Acar’ın dediğine göre:
“Şiddet denince sadece fiziksel olanı algılanıyor. Halbuki ekonomik, psikolojik şiddet de var. Parasız bırakmak, özgürlüğünü kısıtlamak, takip etmek, musallat olmak, zorla hamile bırakmak ya da zorla kısırlaştırmak...”
Çok iyi çok güzel.
Ama iş bununla bitmiyor.
Sıra önce bu sözleşmenin TBMM tarafından onaylanması...
Sonra uygulanması...
Bununla ilgili kurumsallaşma...
Kadın-erkek eşitliği...
Ve tabii zihniyet değişikliği...
Nerede?
Örneğin ‘karakol’da...
Erkek şiddetine maruz kalmış, evde kocası tarafından dövülmüş bir kadının karakolda görebileceği muamele konusu...
Yapacak çok iş var.
Ancak, kadın örgütlerinin eylemi ve Ayşe Paşalı davasından çıkan ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezası gerçekten iyimserlik verici bir ışık, tünelin ucunda yanıp sönen...