Darbeler değirmenine su taşımış sağcı, muhafazakâr, İslamcı, cemaatçi çevreler, kendi ‘demokrasi günahları’nı acaba ne zaman itiraf edecekler?..

Milliyet’in geçen günkü sürmanşet haberlerine bakıyorum:
“Evren’e ifadeye gel telefonu!”
“İlk kez bir orgeneral tutuklandı.”
İki haber de çarpıcıydı.
Ve düşündürücüydü.
Çünkü, demokrasi konusunda Türkiye’nin nereden nereye geldiğini gösteriyordu iki haber de.
Bu ülkede artık kimse hukuk-üstü kalamayacaktı, hukuk herkese dokunabilecekti.
Tartışabilirsiniz gelinen noktayı.
İtirazlarınız olabilir.
Ama meselenin özü budur.
12 Eylül gibi demokrasi ve hukukun, insan haklarının canına okumuş bir askeri darbenin liderinin, eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in otuz yıl sonra bile olsa, savcı tarafından ifadeye çağrılmış olmasının demokrasi açısından sembolik değeri büyüktür.
Bunun gibi, Harp Akademileri Komutanı olan Orgeneral Bilgin Balanlı’nın darbe suçlamasıyla tutuklanması da Türkiye’nin asker-siyaset-demokrasi üçgeninde bir başka ilktir.
Ve bir dönüm noktasıdır.
Dönüm noktasıdır, çünkü bu ülkede de artık Batı demokrasilerinde olduğu gibi, askerle siyaset arasında kalın bir çizgi çekilmeye başlamıştır.
Bu süreçte, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla yüzde 58 evet ile sonuçlanan 12 Eylül referandumu’nun payları büyüktür.
Geçmişe baktığımızda, askerin eli her zaman siyasetin içinde oldu. Devlet içinde devlet gibi ya da eli silahlı siyasal parti gibi davrandı asker...
Mehmet Ali Birand haklıdır, “Genlerimizde darbecilik vardı” derken.
Şu sözleri bir gerçeği yansıtır:
“Bizim için, (yani laik merkez medya mensuplarının büyük bölümü için) öncelik demokrasi veya parlamento değildi. Genelkurmay daha önemliydi. Bundan daha normal bir şey olamazdı ki... Bizler öyle yetiştirildik. Genlerimize belki de farkına varmadan darbecilik işlendi. Komutanların üstünlüğünü sorgusuz kabul ederdik. Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşıladık, yardımcı olduk.” (19 Mayıs 11 tarihli Posta’dan)
Büyük medya-darbe konusunda, bir zamanların efsane gazete patronlarından, Hürriyet’in eski sahibi Erol Simavi’nin şu sözleri de çarpıcıdır:
“Basın için dünyada beş büyük kuvvetten biridir, dördüncü kuvvettir derler. Bu söz Türkiye için geçerli değil. Hakimiyet elbette kayıtsız şartsız milletindir. O başka. Ama birinci kuvvet ordu mu? Hayır basındır. İkincisi ordudur. Çünkü orduyu ihtilallere basın hazırlar.”(19 Mayıs 1988 tarihli Hürriyet’ten)
Simavi’nin bu sözleri de bir gerçeği yansıtır.
Ama artık devir değişiyor.
Darbeler de, darbe tezgahları da, darbeci zihniyet de bu ülkede eskisi gibi taraftar bulamıyor, savunulamıyor.
Demokrasi ve istikrar açısından askerin siyasete uzak durması fikri gitgide yaygınlaşıyor, kabul görüyor.
İtiraflar hiç kuşkusuz önemli.
Demokrasi açısından zihinsel bir dönüşüme işaret ettikleri için öyle...
Ama benim bir sorum var:
Darbecilik konusunda günahsız olan kim, kimler?
Bu soruyu soruyorum, çünkü Birand’ın yazısından sonra bir şey dikkatimi çekti.
Kimileri bu günah konusunda hiç üstlerine alınmış gözükmediler. Sanki bu darbecilik günahını kendileri hiç işlemediler, bu günaha hiç ortak olmadılar.
12 Mart’ı düşünsünler.
Bu darbenin idamlarını, bu darbenin anayasasını desteklemediler mi?
12 Eylül’ü düşünsünler.
Siyaset yasakları dışında darbe anayasasını ve getirdiği YÖK dahil kurumları desteklemediler mi?
Düşünsünler:
12 Mart, 12 Eylül darbelerinin gelişinde birçok MHP’li ve Ülkücü’nün oynadığı ve sonra pişman oldukları rolleri...
“Solcular, komünistler, Kürtçüler eziliyor!” diye bu ülkede darbe tezgâhlarının değirmenine geçmişte su taşımış, darbelere sessiz kalmış sağcı, muhafazakâr, İslamcı, cemaatçi birçok siyasal parti, çevre, odak, kalem olmuştur.
Peki ya onlar kendi ‘demokrasi günahları’nı acaba ne zaman itiraf edecekler?
Neyi bekliyorlar?
Yoksa kendilerini pirüpak mı sanıyorlar?..