Hepimizin içinde yankılanan, içimizi titreten, kimselere söyleyemediğimiz ne çok şey var, değil mi? Dilimizin ucuna kadar gelip de bir türlü dökülmeyen kelimeler... Bir an, belki bir nefes süresi kadar yakın, ama bir ömür kadar uzak… Söyleyemediklerimiz... İçimizde bir kök salmış gibidir. Bazen hüzünle, bazen öfkeyle, bazen de sadece korkuyla örteriz üzerlerini. Bir sessizlik kuyusunda birikir o kelimeler, yavaş yavaş bizi içine çeken ve yalnızlığımızı derinleştiren bir kuyuda…

Ne çok konu var aslında kalan… Hiç kimseye anlatamadığımız duygular, kimsenin bilmediği korkular, sakladığımız pişmanlıklar… Bir çocuğun gözlerindeki umut gibi masum bazen, bazen de bir yarayı daha fazla kanatmamak için sustuğumuz, bilerek, isteyerek yuttuğumuz kelimeler… “Keşke” dediğimiz, “belki” dediğimiz, ama asla “dediğimiz” … Kalbimizin en derin köşelerinde saklı, kimsenin göremediği, yalnızca bizim duyduğumuz fısıltılar…

Bir anneye itiraf edilememiş bir sevgi, bir babaya dökülememiş bir teşekkür… Bir sevgiliye söylenememiş bir “seni seviyorum” veya en yakınımıza, hiç fark etmeden verdiğimiz acılar için bir özür… İçimizde sıkışmış, zamanla katılaşmış, bazen körelmiş ama hep orada, varlığını hissettiren kelimeler. Belki bir gün cesaretimizi toplayıp söylemek istediğimiz ama her defasında vazgeçtiğimiz, dilimizin ucunda biriken o cümleler…

Birinin gözlerine bakıp “özür dilerim” diyememek ne zordur mesela, ya da “sana ihtiyacım var” diyememenin verdiği o derin yalnızlık... Kalbin bir köşesinde büyüyen, bizi saran, kimi zaman ağlatan, kimi zaman gülümseten ama her daim içimizde kalan o kelimeler... Nasıl da ağır gelir insana, taşımak zorunda olduğumuz bir yük gibi. Her kelime, her hece bir damla gözyaşıdır sanki; içimize akıttığımız ve kimselerin göremediği…

Belki de en zor olanı, bu kelimelerin ağırlığını tek başımıza taşımaktır. Kimseye anlatamamak, hiç kimsenin anlamayacağını bilmek... Çünkü bazen ne kadar güçlü görünsek de, içimizde o hiç konuşulmamış hikayelerle kırılgan bir çocuk gibiyiz. Her birimizin içinde, yalnızca kendine anlatabildiği, belki de anlatmaya cesaret bile edemediği hikayeler var. Dilimizin ucuna kadar gelen ama orada, o ince çizgide kalan hikayeler…

Belki de yaşamın en güzel yanıdır bu; söyleyemediklerimizle büyümek, sessizliğin içinde kendimizi yeniden bulmak... Bazen kelimeler kifayetsiz kalır, bazen ise suskunluk en büyük anlatıdır. Kendi iç sesimizle bir köşe başında karşılaştığımızda, dilimizin ucundakilerle yüzleştiğimizde aslında hayatın ta kendisiyizdir. Çünkü bazen, o cümleleri, sadece biz duyabiliriz; ve belki de bu yüzden en çok kendimize söyleriz.

Sessizliğin de bir dili vardır, ve belki de en çok bu dilden öğreniriz; neyi kaybettiğimizi, neyi özlediğimizi, neyi sevdiğimizi... Ve o kelimeler, her ne kadar içimizde kalsa da, bize kim olduğumuzu anlatan birer izdir. Dilimizin ucuna gelip de söyleyemediklerimiz, belki de bizi biz yapan şeylerdir.

Ve belki bir gün, bir an gelir, o cümleler dilimizin ucundan dökülür; ya bir gözyaşı olur akar, ya bir gülümseme olur yayılır yüzümüze. Ama o ana kadar, içimizde taşırız onları; sessizce, sakince, belki de biraz kırık, biraz eksik ama hep umutla… Çünkü her kelimenin, her duygunun bir zamanı vardır.

O güne kadar, dilimizin ucunda bekleyen sözcüklere iyi bakalım; çünkü onlar, belki de kalbimizin en derin yaralarını şifa edecek tek ilaçtır.

Sağlıcakla...